Tuhaf Bir Dr. Jekyll ve Bayan Hyde Vakası: PMS Nasıl Kültürel Bir Fenomen ve Psikiyatrik Bir Bozukluk Haline Geldi?
(*) Bu makale “Chrisler, J. C., ve Caplan, P. (2002). The strange case of Dr. Jekyll and Ms. Hyde: How PMS became a cultural phenomenon and a psychiatric disorder. Annual Review of Sex Research, 13, 274–306” başlıklı akademik yayının bazı bölümlerinin ufak değişikliklerle çevirisinden oluşmaktadır. Makalede atıf yapılan diğer yayınlara orijinal metnin kaynakçasından ulaşabilirsiniz.
Erkekler binlerce yıldır kendilerince Pandora, Havva ve Medea gibi kadınların fevri hareketlerini ve öfkeli intikamlarını açıklamaya çalışmışlardır. Bugün ise pek çoğu size bu kadınların kötü şöhretli bu eylemlerini gerçekleştirirken Adet Öncesi Sendromdan (PMS) muzdarip olduklarını söyleyeceklerdir.
Kadınlık hormonları, Dr. Jekyll’in Viktorya döneminde laboratuvarında ürettiği tehlikeli iksirle bile karşılaştırılmıştır (Chrisler, 2002). Söylenene göre, tıpkı Jekyll’in iksiri gibi, adet döngüsünün hormonları da normalde sakin ve anaç bir kadını kariyerini mahvedebilecek, ailesini kendisinden uzaklaştırabilecek ve hatta belki de Batı medeniyetinin geleceğini tehlikeye atabilecek öfkeli bir adet canavarına dönüştürme gücüne sahiptir (Chrisler ve Levy, 1990).
PMS nasıl adet kanamasından önceki birkaç gün boyunca yaşanan, az bilinen bir gerginlik deneyiminden, adet kanamasından önceki 2 hafta boyunca ortaya çıktığı ve 100’den fazla olası “semptomdan” oluştuğu söylenen bir “sendroma” dönüştü? Nasıl binlerce kadın ve erkeğin ortaklaşa şikayet ettiği bir deneyim haline geldi? Nasıl hemen her yerde PMS ile ilgili şakaların yapılmasına ve referansların verilmesine sebep olan bir fenomen oldu? Olgusal açıdan saçların zor şekillendiği bir güne benzerken, nasıl farmakolojik tedavi gerektiren psikiyatrik bir bozukluk olarak kabul edilir hale geldi?
Adet Öncesi Sendrom (PMS) nedir?
Adet döngüsüyle ilişkilendirilen çok çeşitli fizyolojik ve psikolojik değişiklikler bulunmaktadır. Adet öncesinde geleneksel olarak döngünün 23 ila 28. günleri olarak tanımlanan regl döneminin başlangıcından önce) ortaya çıkma eğiliminde olan bu değişiklikler (Frank, 1931) “adet öncesi sendrom” (Dalton, 1964) olarak adlandırılmıştır. En sık bildirilen adet öncesi değişiklik, özellikle göğüslerde ve karında sıvı tutulmasıdır (Chang, Holroyd, ve Chau, 1995; S. R. Johnson, McChesney ve Bean, 1988; Woods, Most ve Dery, 1982). Kadınların yaygın olarak bildirdiği diğer değişiklikler arasında akne, tatlı veya tuzlu yiyeceklere karşı istek, kaslarda veya eklemlerde ağrılar ve acılar, yorgunluk veya enerji patlamaları, sinirlilik, gerginlik, endişe, üzüntü, huysuzluk, kabızlık veya ishal, kendini kontrolsüz hissetme, uykusuzluk ve cinsel dürtüde farklılıklar yer almaktadır.
Araştırmacılar, profesyonel ve popüler literatürde 100’den fazla farklı değişikliğin adet öncesi dönemle ilişkilendirildiğini tespit etmiştir. Bu semptomların bazıları o denli cinsiyetlendirilmiştir ki bazılarının (örneğin yemek yeme isteği, cinsel dürtü artışı, öfke, aile veya arkadaşlarla tartışma) aynısını bir erkek yaşasa bir “semptom” olarak kabul edilmeleri pek mümkün değildir. Bazıları ise (örneğim rahimde veya kasıkta kramplar) adet öncesinden çok, adet sırasında görülmektedir. Bu konuda çok az bilimsel kanıt olmasına rağmen (Dalton, 1960a, 1960b, 1968), adet öncesi kadınların konsantrasyon güçlüğü çektikleri, zayıf muhakeme becerileri sergiledikleri, fiziksel koordinasyondan yoksun oldukları, verimliliklerinin azaldığı ve okulda veya işte daha kötü performans gösterdikleri öne sürülmüştür.
Kadınlar ayrıca adet öncesi döneme ilişkin olarak enerji ve hareket isteği patlamaları, yaratıcılığın artması, cinsel dürtülerin artması, şefkat hissinin artması, kişisel güç veya kuvvetin artması ve doğayla veya diğer kadınlarla bağlantı kurma isteğinin artması gibi olumlu olarak gördükleri ve hoş karşıladıkları bilişsel, davranışsal ve psikolojik değişiklikleri de bildirmektedirler (Chrisler, Johnston, Champagne ve Preston, 1994; Lee, 2002; Nichols, 1995). Bunlar adet öncesinin bir hastalık ve huzursuzluk dönemi olarak kavramsallaştırılmasına uygun olmadıklarından, adet öncesindeki bu olumlu değişikliklerden profesyonel veya popüler literatürde nadiren bahsedilir.
PMS semptomlarına ilişkin listeler bazen hayret verici şeyleri de içerir: Nöbetler veya kasılmalar, astım atakları ve herpes gibi rahatsızlıklar. Açıkçası, normal luteal fazdaki (yumurtlama sonrası başlayan ve bir sonraki adet döngüsünün başında sonlanan evre) biyokimyasal değişiklikler kadınların epilepsi, astım veya viral enfeksiyonlar geliştirmesine neden olmaz. Ancak Nancy Woods ve meslektaşları (Mitchell, Woods ve Lentz, 1994; Woods, Mitchell, ve Lentz, 1999) adet döngüsündeki dalgalanmaların mevcut sağlık koşullarını kötüleştirdiği vakaları belgelemiştir. Mevcut rahatsızlıkların adet öncesi artması (pre- menstrual magnification, tPMM) terimini ortaya atmışlar ve araştırmacılar ile sağlık hizmeti sağlayıcılarının adet döngüsünün kronik rahatsızlıkların alevlenmesini tetikleyebileceğini dikkate almalarını önermişlerdir. Adet öncesi alevlenebilen rahatsızlıklar arasında astım, alerji, sinüzit, depresyon, anksiyete bozuklukları, herpes, huzursuz bağırsak sendromu, migren ve baş ağrıları ve multipl skleroz (MS) yer almaktadır (Taylor ve Colino, 2020). Bu rahatsızlıkların semptomları, kadınlar tarafından PMS’nin özellikleri olarak yaygın şekilde bildirilen ve yukarıda bahsi geçen bazı semptomlarla örtüşmektedir (örneğin, yorgunluk, gerginlik, üzüntü, anksiyete, sinirlilik, uykusuzluk, kabızlık ve ishal). Belki de PMS olduğunu düşünen bazı kadınlar aslında semptomlardaki artışlar adet dönemi ile denk geldiği için teşhis edilmemiş ve bu yüzden kadınlar için “Sadece PMS” diye geçiştirilen bir kronik hastalığa sahiptirler.
PMS için yaygın olarak listelenen semptomların çoğu (örneğin baş ağrıları, sırt ağrıları, sinirlilik, gerginlik, yorgunluk, ağlama) strese bağlı fiziksel duygu durumlarıyla örtüşmektedir (Chrisler, 1996). Bir dizi araştırmacı (Beck, Gevirtz ve Mortola, 1990; Coughlin, 1990; Gallant, Popiel, Hoffman, Chakraborty ve Hamilton, 1992; Kuczmierczyk, Labrum ve Johnson, 1992; Maddoeks ve Reid, 1992; Warner ve Bancroft, 1990), kendilerini PMS’den muzdarip olarak tanımlayan kadınların aynı zamanda iş yükü ve iş monotonluğu, mali sıkıntı, evlilikte mutsuzluk, aşırı meşguliyet ve aile içi çatışmalarlardan kaynaklanan yüksek düzeyde stres yaşadıklarını ifade ettiklerini de belirtmişlerdir. Bazı veriler ise şiddetli PMS semptomları deneyimleyen kadınların stresle başa çıkmakta PMS semptomlarını deneyimleyen veya daha hafif deneyimleyen kadınlara kıyasla daha fazla zorlandıklarına işaret etmektedir. Kendilerini PMS’li olarak tanımlayan kadınların diğerlerine kıyasla kaçınma, hüsnükuruntu, yatıştırma, dine sarılma, toplumdan uzaklaşma ve duygulara odaklanma ya da duyguları dışa vurma gibi başa çıkma yöntemlerini daha fazla; sosyal destek alma, sorun odaklı başa çıkma şekilleri ve doğrudan eylem yöntemlerini ise daha az kullandıkları tespit edilmiştir (Gallant, Popiel ve Hoffman, 1994; Genther, Chrisler ve Johnston- Robledo, 1999; Ornitz ve Brown, 1993).
Araştırmacılar ayrıca PMS için tedavi talep eden kadınların ortalamanın üzerinde kaygı düzeyine sahip olduklarını (Giannini, Price, Loiselle ve Giannini, 1985; Halbrecht ve Kas, 1977; Mira, Vizzard ve Abraham, 1985; Picone ve Kirby, 1990), kadınlara atfedilen geleneksel cinsiyet rollerine daha fazla uyduklarını (Freeman, Sondheimer ve Rickels, 1987; Stout ve Steege, 1985) ve yaşamlarında cinsel saldırı ve istismara maruz kalmış olma (Taylor, Golding, Menard ve King, 2001) ve özellikle depresyon ve anksiyete olmak üzere duygusal bozukluklar (DeJong et a1.1985; Derinerstein, Morse, ve Varnanides, 1988; Endicott ve Halbreich, 1988; Kraaimaat ve Veeninga, 1995; Pearl- stein et at, 1990; Warner, Bancroft, Dixson, ve Hampson, 1991) yaşamış olma oranlarının daha yüksek olduğunu raporlamışlardır. Bu nedenle, PMS’den muzdarip olduklarını söyleyen kadınların aynı zamanda daha yüksek düzeyde stres yaşamaları şaşırtıcı değildir. Kadınların yoğun, aşırı stresli yaşamlarının ve bazı durumlarda travmatik olayların, PMS deneyimlerine adet döngüsüyle ilgili değişiklikler kadar katkıda bulunma olasılığı dikkatlerden kaçmamalıdır (Chrisler ve Johnston-Robledo, 2002). Eğer bir kadının zorluklarla başa çıkma becerileri geçmiş travma veya duygusal düzensizlikler ya da anksiyete nedeniyle zayıflamışsa, adet döngüsünü kendisini kontrolden çıkaran, ‘bardağı taşıran son damla’ olarak algılanması da gayet mümkündür. Kadınlara biçilen geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini benimseyen kadınların dolaylı, pasif ve kendini suçlayan (örneğin, “sorun sende değil, benim PMS’imde” demek) stratejilere eğilim göstermeleri de şaşırtıcı değildir (Chrisler ve Johnston-Robledo, 2002).
PMS semptomları olarak sıralananlar geçmişteki kadınların üreme sistemlerinden kaynaklandığı söylenmiş sinir zayıflığı ve histeri salgınlarından pek farklı değillerdir; yorgunluk, anksiyete ve baş ağrısı gibi muğlak veya ve kas ve sinir sistemi bozuklukları, bulanık görme, sindirim sorunları kendine özgü semptomlar (Cruz, 1983; King, 1989). Tıpkı PMS’de olduğu gibi, tıp uzmanları histeriyi de çeşitli şekillerde tanımlamış, tarif etmiş ve ona çok sayıda farklı semptom atfetmişlerdir. 19. yüzyılda Fransa’da hekimlik yapan Lasegue “histerinin tanımı hiçbir zaman yapılmamıştır ve yapılamayacaktır” diye yazmıştır. “Semptomların sürekli, şekil açısından benzer ve yoğunluk açısından eşit olmaması tek bir tanımın hepsini kapsamasına imkan vermemektedir” (Lasegue, 1878, aktaran Showalter, 1997, s. 14). Farklı yazarların adet döngüsünün ikinci yarısının herhangi bir zamanında, herhangi bir kombinasyonla ortaya çıkabilecek 100 ile 150 farklı semptomu PMS’e atfettikleri düşünülürse, Lasegue’nin yazdığı şeyin aslında PMS olduğu da öne sürülebilir. Histeri ilk tanımlandığı dönemde “19. yüzyıl tıp biliminin teşhis kapasitesinin ötesinde organik nedenleri olan zihinsel ve fiziksel yorgunluk” olarak nitelendirilmiş ve “Amerikalı asabiyeti” olarak adlandırılmıştır (Showalter, 1997, s. 50).
O dönemde bu tür sinir zafiyetlerinin sorumlusu olarak doğum sancısı çekmek ve popüler söylemde PMS etiketi altında unutulmuş olan ağrılı adet görmek ile entelektüel faaliyetlerin yarattığı gerginlik gösteriliyordu ve kadınlara evde oturmaları, dinlenmeleri ve okuma, yazma ve çalışma gibi faaliyetlerden uzak durmaları tavsiye ediliyordu. Bugün ise PMS’den muzdarip olan kadınlara, bazen kendi kariyerlerine zarar verecek şekilde, hayatlarının yoğun temposunu yavaşlatmaları tavsiye edilmektedir (kişisel gelişim kitapları kadınlara patronlarına PMS olduklarını söylemelerini ve adet öncesi dönemde önemli iş toplantıları veya seyahatler planlamamalarını önermektedir, Chrisler, 2001). PMS’in organik nedenleri çeşitli şekillerde teorize edilmiştir (örn. hormonal veya nörotransmitter bozukluklar, beslenme yetersizliği, uyku bozukluğu), ancak henüz bu konuda bir fikir birliği sağlanmadığından ve ortada PMS olduğunu söyleyen ve söylemeyen kadınlar arasında güvenilir bir ayrım yapmaya imkan verecek hiçbir biyokimyasal veya fizyolojik belirteç bulunamadığından (Gold ve ark., 1993), PMS’i 21. yüzyıl tıbbının teşhis kapasitesinin ötesinde bir durum olduğunu da rahatça söyleyebiliriz.
Özetlersek, PMS tanımları belirsiz ve çok çeşitlidir (araştırmacılar ne zaman başladığı konusunda bile hemfikir değildir) ve bu belirsizlik hem profesyonel (bkz. Parlee, 1973 ve Fausto-Sterling, 1992) hem de popüler literatürde (bkz. Chrisler, 2001; Chrisler ve Levy, 1990) karşımıza çıkmaktadır. PMS sıklıkla ağrılı adet görme, önceden var olan rahatsızlıklar, adet döngüsünde yaşanan ve bir sorun teşkil etmeyen değişiklikler ve hatta adet döngüsü ile eşzamanlılık dışında hiçbir bağlantısı olmayan deneyimler ile karıştırılmaktadır. PMS kavramı o kadar muğlak ve esnektir ki, neredeyse her kadın bu kavramın içinde kendi deneyimleri ile örtüşen bir şeyler bulabilir (Chrisler R Johnston-Robledo, 2002). Bu durum kendi kendine teşhis koymayı teşvik etmekte ve Dr. Jekyll’in iksiri kadar zehirli hormonları nedeniyle adet canavarına dönüşen kadın klişesini güçlendirmektedir.
PMS’nin Kısa (Politik) Tarihi
Kadınların öngörülemez, tehlikeli ve belirli toplumsal roller için fazla duygusal ya da kırılgan olduğuna dair kültürel inançlar en azından antik Yunan dönemine kadar uzanmaktadır. Cinsiyetler arasındaki bariz bir fark olan adet kanaması, toplumsal cinsiyet politikalarıyla bağlantılı hale gelmiş ve eski dönemlerdeki dini veya batıl inanç temellerinin yerini alarak, bu tür kültürel inançlar için “doğal” veya “bilimsel” bir temel işlevi görmeye başlamıştır. Feminist akademisyenler (örneğin Chrisler, 1996, 2002; Figert, 1996; Houppert, 1999; Martin, 1988; Rittenhouse, 1991) siyasi amaçların tarihsel olarak PMS’ye karşı artan bilimsel ve kültürel ilgiyi nasıl beslediğini tartışmışlardır.
PMS’nin sosyal inşasının genellikle Büyük Buhran döneminde Amerikalı bir jinekolog olan Robert Frank’in (1931) “adet öncesi gerginlik” (PMT) adını verdiği bir makalesinin yayınlanmasıyla başladığı kabul edilir. Frank makalesinde tam da adetten önce gergin ve sinirli olmaktan, normalden daha kolay ağlamaktan ve doktorun ‘aptalca ve kötü davranışlar’ olarak adlandırdığı davranışlarda bulunmaktan şikayet eden bazı kadın hastalarını ele almıştır. Frank’in keşfi, kadınlara ilişkin noksanlık kültüne ve entelektüel işlerin kadınların adet dönemi üzerindeki etkilerine ilişkin Viktorya dönemine özgü endişelere modern bir görünüm kazandırmıştır. PMS kavramı ayrıca kadınların işgücünden uzak durmaları ve mevcut işleri erkeklere bırakmaları için makul ve tıbbi (yani bilimsel) bir zemin sağlamıştır.
İngiliz endokrinolog Katharina Dalton (1964) “adet öncesi sendromu” terimini ortaya atmış ve kadınların adet dönemlerinden önce yaşayabilecekleri belirti ve semptomların sayısını büyük ölçüde artıran kişi olmuştur. Dalton, PMS üzerine ilk çalışmasını 1950’lerde, yani kadınların İkinci Dünya Savaşı gazilerine daha fazla iş imkanı sağlanabilmesi yeniden tam zamanlı ev kadını olmaya teşvik edildiği bir dönemde yayınlamıştır. Yeni ortaya atılan PMS terimi, kadınların adet döngülerinin tıbbileştirilmesinde, yani döngünün kendisinin aslında çözüm bulunması gereken bir sorun olduğu inancının yerleştirilmesinde önemli bir adım olmuştur. PMS basitçe bir olguya iliştirilen bir etiket olarak görülebilir, ancak bir şey sendrom olarak etiketlendiği zaman çok daha fazla ciddiye alınır ve tıbbi bakıma ihtiyaç yarattığına inanılır. Dalton 1960’larda ve 1970’lerde tıp uzmanları için kitaplar ve akademik makaleler ile genel kamuoyuna yönelik bir kitap ve dergi makaleleri de kaleme almıştır. Gazetecilere sık sık kadınların kötü ruh halleri için tedavi arayışında olmayı ailelerine borçlu olduklarını söylemiştir (Rome, 1986). Kitapları hala basılmakta ve PMS’nin özellikleri ve sonuçlarına dair açıklamaları sık sık popüler medya yazarları tarafından alıntılanmaktadır (Chrisler, 2001; Chrisler ve Levy, 1990; Rome, 1986). Her ne kadar kamuoyu üzerindeki etkisi bilimsel meslektaşları üzerindeki etkisinden daha fazla olsa da, bu etki küçümsenemez.
Biyomedikal ve davranış bilimleri alanında çalışanlar, 1970’lerde Kadın Özgürlük Hareketi’nin ulaştığı yaygın kazanımlardan sonra PMS’ye ciddi bir ilgi göstermeye başlamıştır. 1980’lerin ortalarında, smuhafazakar Ronald Reagan’ın ABD Başkanı ve Margaret Thatcher’ın İngiltere Başbakanı olduğu ve her iki ülkede de feminizme karşı bir tepkinin geliştiği dönemde (Faludi, 1991), PMS Kuzey Amerika kültürü içine sağlam bir şekilde yerleşmiştir. İngiltere’deki iki sansasyonel cinayet davasında mahkemelerin PMS’yi cezai ehliyete haiz olmama nedeni olarak tanımlayan savunmaları kabul etmeleri, terimin yerleşik hale gelmesini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Suçlanan kadınlardan birinin akıl hastalığı geçmişi ve daha önce şiddet eylemlerinden sabıkası vardı; bir tartışma sırasında bir iş arkadaşını bıçaklayarak öldürdüğü için tutuklanmıştı. Bugün muhtemelen travmatik stresten muzdarip, hırpalanmış bir kadın olarak tanımlanabilecek olan diğeri ise aşırı alkol alıp şiddetli bir şekilde tartıştıktan sonra sevgilisini arabasıyla ezerek öldürmüştü. Bu davalar dünya çapında yankı uyandırdı ve davaları takip eden gazeteciler birçok insanı PMS kavramıyla ve adet öncesi hormonal dalgalanmaların normalde sakin olan kadınları tehlikeli suçlulara dönüştürebileceği fikriyle tanıştırdı. Suçlanan kadınlardan birinin avukatı müvekkilini “Jekyll ve Hyde” olarak tanımladı (Nicholson-Lord, 1982, s. 2) ve regl dönemini kontrol altına almak için progesteron (yumurtalıklar tarafından salgılanan bir hormon) iğneleri yapılmazsa müvekkilinin içindeki “gizli hayvan”ın ortaya çıkacağını söyledi (“‘Woman’s period’ plea rejected,” 1981, s. 4). Yargılanan kadınlar hakkında yapılan bu ve benzeri yorumlar, daha sonrasında adet öncesi semptomları olan ortalama bir kadın hakkında yazılacak olan gazete ve dergi makalelerinde kullanılmak üzere arşivlendi (Chrisler, 2002; Chrisler ve Levy, 1990).
Cinayet davalarının kamuoyunda yankı bulmasından kısa bir süre sonra, ABD’li psikiyatristlerden oluşan bir komite geç luteal faz disforik bozukluğu (LLPPD) tanımını geliştirdi ve ruhsal hastalıklar listesine (DSM) ekledi. LLPPD’nin DSM’e dahil edilip edilmemesi konusundaki tartışmalar sırasında Paula Caplan, tartışmayı haberleştirmek isteyen Kanadalı bir muhabirle bir röportaj yaptı. Gazetecinin editörü kimsenin bu haberi okumak istemeyeceğini düşündü ve haberi profesyonel jargondaki terimle “öldürdü”. Kısa bir süre sonra Kim Campbell Kanada’da İlerici Muhafazakar Parti’nin başkanı seçildi ve ülkenin ilk kadın başbakanı olma ihtimali ortaya çıktı. Editör muhabire LLPPD haberini bir an önce tamamlaması talimatını verdi, zira gazete Campbell’ın partisinin iktidara gelmesini engellemeyi umuyordu. Editöre göre kadınların ayda bir kez irrasyonel davrandıkları fikrinin Campbell’ın siyasi başarı şansına zarar verebilirdi. Bu, sık karşılaştığımız bir kalıp davranışın sadece bir örneğidir: Kadınlar ne zaman siyasi, ekonomik ya da sosyal güç konusunda önemli kazanımlar elde etse, tıbbi ya da bilimsel uzmanlar öne çıkarak kadınların hassas fiziksel ve zihinsel sağlıklarına zarar verme riski olmadan daha fazla ilerleyemeyecekleri konusunda uyarılarda bulunur.
Kültürel Bir Sendrom Olarak PMS
PMS Batı ülkeleri dışında çok az bilinmektedir ve bu nedenle kültüre bağlı bir sendrom olarak teorize edilmiştir (Chrisler, 1996; T. Johnson, 1987). Kültüre bağlı sendrom, bazı toplumlarda işlev bozukluğu veya hastalık olarak kategorize edilirken diğerlerinde edilmeyen gösterge, semptom ve/veya deneyim kümeleri anlamına gelir. Bir hastalığın kültüre bağlı olduğunu söylemek, onu oluşturan olguların gayrimeşru ya da hayali olduğunu söylemek anlamına gelmez. Dünyanın herhangi bir yerindeki kadınlar adet döneminden önce gerginlik, üzüntü, sinirlilik, su tutma veya kabızlık yaşayabilir. Ancak sadece Batı toplumlarında (ve bazılarında diğerlerinden daha sık olmak üzere) kadınlar adet öncesi duygusal durumlarının anormal olduğunu ve profesyonel müdahaleye ihtiyaç duyabileceklerini düşünürler. Kadınlığın sosyal inşası ve annelik miti bize şunu söyler; İyi kadınlar ve özellikle de iyi anneler her zaman yumuşak dilli, sabırlı, anlayışlı, anaç ve naziktir. İçe dönük ya da kendisine yaklaşılaması zor olan olan her kadında yanlış giden bir şeyin olduğu düşünülür (Chrisler ve Johnston-Robledo, 2002).
Sanayileşme, modem toplumlarda kişinin her gün aynı şekilde hissetmek ve davranmak için kendini kontrol edebileceği ve etmesi gerektiği inancına katkıda bulunmuştur (Martin, 1988). Dünyada hakim olan Amerikan kültürü, insanları hayatları ve bedenleri üzerinde gerçekte mümkün olandan daha fazla kontrole sahip olduklarına inanmaya teşvik etmektedir (Brownell, 1991; McDaniel, 1988). Landers’e (1988) göre, PMS kadınların kendi yaşamlarını kontrol etmekte yetersiz oldukları düşüncesine dair bir metafordur. Adet öncesi kadınlar genellikle kendilerini “kontrolsüz” hissettiklerinden yakınırlar, çünkü öfkeli, sinirli, ve bitkin hissederler, canları tatlı çeker ya da geçici olarak bile olsa başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koymak istemezler. Kontrol bazı kadınlar için o kadar önemlidir ki, kontrolden çıkma düşüncesi bile korkutucudur (Ritenbaugh, 1982). Bu tatmin edilmesi imkansız kontrol ihtiyacı, kişinin kendi kendine PMS veya depresyonla ilişkili diğer davranışlara dair (örneğin, mükemmeliyetçilik, yeme bozuklukları, obsesif şekilde egzersiz yapmak) teşhis yapma davranışlarını güçlendirir. Ayrıca, sanayileşmiş toplumlardaki kontrol, düzen ve istikrar tercihi nedeniyle, değişkenlik, ritmiklik ve duygusallık gibi karakteristikler doğaları gereği sağlıksız görülmeye başlanmıştır (Koeske, 1983).
PMS üzerine yapılan araştırmaların çoğu, birçok ortak kültürel inancı paylaşan birkaç Batı ülkesindeki (Avustralya, Kanada, Almanya, Büyük Britanya, Hollanda, İsveç ve ABD) bilim insanları tarafından gerçekleştirilmiştir (Chrisler, 1996). PMS vçalışmalarındaki katılımcıların büyük çoğunluğu Avrupalı veya Amerikalı, orta sınıf, üniversite öğrencisi ya da evli kadınlardır. Katılımcılar çoğunlukla psikoloji dersi öğrencilerinden ya da düşük gelirli kadınların erişemeyebileceği özel psikiyatri veya doğum/jinekoloji muayenehanelerinden veya üniversite hastanelerinden seçilmektedir. Bu metodolojik kısıtlamadan iaraştırma makalelerinde nadiren bahsedilmektedir, ancak bu kimin (ve nasıl) deneyiminin tıbbileştirildiğini anlamak açısından önemli olabilir (Chrisler ve Johnston-Robledo, 2002). Dünya Sağlık Örgütünün araştırmaları, kramplar hariç, adet döngüsüyle ilgili şikayetlerin en çok Batı Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika’da yaşayan kadınlar tarafından bildirildiğini göstermektedir. Hong Kong (Chang ve diğerleri, 1996) ve Çin’de (Yu, Zhu, Li, Oakley ve Reame, 1996) toplanan veriler en sık raporlanan adet öncesi semptomların yorgunluk, su tutma, ağrı ve soğuğa karşı artan hassasiyet olduğunu göstermektedir. Amerikalı kadınlar soğuğa karşı hassasiyetlerinde bir artış olduğunu söylemezken, Çin’deki kadınlar nadiren olumsuz etkilerden bahsetmektedirler. Dolayısıyla bu çalışmaların sonuçları ruh hali ve fiziksel duygu durumlarındaki değişikliklerin hangilerinin fark edildiğini ve hangilerinin endişe nedeni olarak görüldüğü belirleyen etkenin kültür olduğu fikrini desteklemektedir. Paige’in (1973) ABD’deki kadınlarla yaptığı anket de bu savı desteklemektedir. Paige, en şiddetli adet dönemi şikayetlerinin, her ikisi de geleneksel kadın cinsiyet rollerine güçlü bir şekilde bağlı olan katı Katolik ve Ortodoks Yahudi kadınlar tarafından rapor edildiğini saptamıştır.
Popüler kültür, tüm kadınların adet dönemlerinden hemen önce mantıksız davrandıkları veya aşırı duygusal oldukları gibi inançların yerleşmesinde ve sürdürülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Adet öncesi kadınlara dair bu inançları destekleyen imgelere dergilerde, filmlerde, televizyon programlarında, tebrik kartlarında, takvimlerde, şarkılarda, kişisel gelişim kitaplarında, çizgi romanlarda, reklamlarda ve diğer medya mecraların tamamında rastlanabilir. Bunlar kolayca bir folklorik bilgiye -kadınlar hakkında “herkesin bildiği şeylere- dönüşür (Chrisler ve Johnston-Robledo, 2002). Bu tür bilgiler, kadınların kendilerine kendi başlarına PMS teşhisi koymalarına ve nihayetinde, kadınların kendileri veya diğerlerine ilişkin vardıkları yargılar sayesinde basmakalıp klişelerin varlıklarını sürdürmelerine yol açar.
PMS hakkında anaakım medyada ayınlanan 78 makalenin içerik analizinin sonuçları (Chrisler ve Levy, 1990), PMS’in varsayılan biyokimyasal nedenlerinin ve hormonal değişikliklerin sıradan bir kadınları canavarlara dönüştürebilecekleri savının sıkça kullanımına işaret etmektedir. Gazeteciler adet döngüsünden “perişanlık döngüsü”,”hormonal lunapark treni”,”aylık canavar”, “adet canavarı”, “iç canavar”, “östrojen ve progesteron arasındaki savaş” ve “vücudun hormonları tarafından yürütülen savaş” olarak bahsetmiştir. Döngünün adet öncesi ve adet dönemi evreleri, dergi ve gazete makalelerinin yazarları tarafından kadınların “hormonlarının rehinesi” ve “sakat, özürlü” oldukları “cehennem haftaları” olarak tanımlanmış, adet öncesi dönemdeki kadınlar “öfkeli canavarlar ” ve ” öfkeli hayvanlar” olarak nitelendirilmiştir. PMS ile ilgili anaakım medyada yayınlanan makalelerinin başlıkları arasında şunlar vardır: ”Dr. Jekyll ve Bayan Hyde”, “Adet Öncesi Çılgınlık”, “Havva’nın Laneti ile Başa Çıkmak”, “Adet Öncesi Perişanlık”, “Ayda Bir Kez Cin Çarpmış Bir Kadın Oluyorum” ve “İçinizdeki Hırçın Kızın Evcilleştirilmesi”. Adet öncesi kadınların kolayca öfkelenen, şiddet yanlısı ve kontrolden çıkmış kişiler olduğu imajı tüm kültüre yayılmış ve beraberdinde (sadece teşhis edilebilir bir bozukluğu olanların değil) tüm adet gören kadınların dengesiz ve tehlikeli bir şekilde davranabileceği fikrini yaygınlaştırmıştır.
Adet öncesi kadınların dengesiz ve hatta tehlikeli olduğuna dair kültürel inanç, kadınların toplumda sahip oldukları fırsatların kısıtlanmasını meşrulaştırmaktadır. Feminist değerlerin ve perspektiflerin daha az popüler olduğu bir ortamda, kadınlar mutsuzluklarını toplumsal ya da politik sorunlardan ziyade kişisel tıbbi sorunlarına atıfta bulunarak açıklamaya daha eğilimli hale gelmektedir. Karen Levy (1993) PMS’nin diyalektiğini şu şekilde özetlemiştir. PMS kadınlara sorunlarının içsel ve bireysel olduğunu söyler; kadınları duygularının tamamını ifade etmemeleri konusunda uyarır, çünkü bazı duygu ve davranışları uygunsuzdur; deneyimlerini tıbbi bir sorun olarak tanımlayarak kadınları yaşamlarının sosyal, kültürel ve çevresel bağlamından soyutlar; kadınları birbirlerine ve kolektif deneyimlerine yabancılaştırır ve kadınları yaşamlarının baskıcı koşulları hakkında konuşmaktan alıkoyar. PMS, kadınlık deneyiminin tıbbileştirilmesindeki bir başka adım olarak görülebilir (Gannon, 1998) ve bu adım kadınların bedenlerinin tıp eliyle yönetilmesi için elverişli bir araç hizmeti görür.
Bu makale Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile çevirilerek yayınlanmıştır.. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla teknolojikanneler.com ‘a aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.