Sosyo-Ekonomik Haklar ve Toplumsal Cinsiyet Temelli Dezavantajlar (*)
(*) Bu makale Sandra Fredman (2003) “Engendering Socioeconomic Rights: How Far Have We Come?” başlıklı akademik yayının bazı bölümlerinin ufak değişikliklerle çevirisinden oluşmaktadır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınların dezavantajlı konumda olma deneyimlerini şekillendirmekte özellikle etkili bir faktördür. Bu durum karşımıza çeşitli şekillerde çıkmaktadır. Bunların başında kadınların çocuk bakımı, yaşlı bakımı ve ev işlerinden birincil derecede sorumlu olmaya devam etmeleri gelmektedir. Yaklaşık doksan ülkeden elde edilen veriler, kadınların her gün ücretsiz bakım ve ev işlerinde erkeklerden yaklaşık üç kat daha fazla zaman harcadıklarını göstermektedir. Dünya Ekonomik Forumu’nun küresel çalışma çağındaki nüfusun yüzde 54’ünü temsil eden otuz üç ülke üzerinde yaptığı analizde de benzer bir örüntü tespit edilmiştir. Bu çalışmaya göre, erkeklerin ücretsiz işlerde harcadıkları zamanın toplam işlerde harcadıkları zamana oranı yüzde 19’dur. Kadınlar için bu rakam yüzde 55’tir.
Aynı zamanda, kadınlar giderek daha fazla oranda ücretli çalışma yoluyla hane gelirine katkıda bulunma mecburiyetinde kalmaktadırlar. Ücretli çalışma beraberinde bir nebze de olsa bağımsızlık getirebilse bile, kadınların genellikle güvencesiz ve sömürüye dayalı çalışma koşullarını ve ücretleri kabul etmekten başka seçenekleri yoktur. Kadınların maruz kaldığı zaman ve hareketliliğe ilişkin kısıtlamalar, emek piyasasındaki fırsatlarının genellikle sınırlı olduğu anlamına gelmektedir. Bu nedenle kadınlar emek piyasasında orantısız bir şekilde yarı zamanlı ve güvencesiz işlerde ve kayıt dışı sektörde yoğunlaşmaktadır. Bu durum özellikle engelli kadınlar, farklı ırklara mensup kadınlar, göçmen kadınlar, yoksulluk içinde yaşayan kadınlar ve farklı kimlikleri ve sosyal konumları nedeniyle kesişen dezavantajlar yaşayan diğer kadınlar için geçerlidir.
Kadınların ev işleri ve çocuk bakımı konusunda devam eden birincil sorumlulukları, kadınların piyasada yaptıkları işlere verilen değeri de etkilemektedir. Ev işleri ve çocuk bakımı evde ücretsiz olarak yapılabildiğinden, kadınların benzer türdeki ücretli işlerinin çoğu ciddi şekilde küçümsenmektedir. Buna yemek, temizlik, bakım işleri ve tarım işleri de dahildir. Dolayısıyla, kadınların ücretli işlere katılımı dünya genelinde artmış olsa da, kadınlar düşük ücretli ve düşük statülü işlerde kümelenmekte ve meslekler büyük ölçüde cinsiyet temelinde ayrışmaya devam etmektedir. Çarpıcı bir şekilde, kayıt dışı ekonomi bile istihdam statüsüne ve cinsiyete göre ayrışmıştır. En yüksek ücretli kesim olan ve başkalarını işe alan mikro girişimciler ağırlıklı olarak erkeklerden oluşurken, kadınlar aşırı yüksek bir oranda en düşük ücretli kesim olan ev işçileri veya sanayi işçileri olarak çalışmaktadırlar. Tüm ülkelerde kadınların ortalama kazançları erkeklerin oldukça gerisindedir ve ücret farkı özellikle kayıt dışı sektörde büyüktür.
Ücretsiz işlere hiçbir ekonomik değer atfedilmemesi, kadınların ekonomiye katkısını görünmez kalmaktadır; Erkeklerin işe erişimini kolaylaştırmadaki rolleri de aynı şekilde görünmezdir. Bu durum sadece sadece kadınların reel gelirlerini değil, aynı zamanda mülk satın alma veya banka kredileri için teminat sunma gibi çoğu ekonomik işlemde eşit ortaklar olarak hareket etme kabiliyetlerini de etkilemektedir. Ayrıca, kadınlar çoğunlukla küçük ölçekli perakende sektöründe, kayıt dışı sektörde veya küçük çiftçiliklerde düşük ücretli işlerde çalıştıklarından, ekonomik krizlere, kamu harcamalarındaki kesintilere, su ve elektrik gibi kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine ve iklim değişikliğine karşı özellikle savunmasızdırlar.
COVID-19 salgını mevcut ayrışmaları daha da açığa çıkarmış ve derinleştirmiştir. Karantina önlemleri, konaklama ve gıda hizmeti sektörleri gibi kadın istihdamının yüksek olduğu sektörleri orantısız bir şekilde etkilerken, okulların ve çocuk bakım tesislerinin kapatılması kadınların ev içi ve bakım sorumluluklarını artırmıştır. 2020’de küresel olarak kadınlar 46,6 milyon iş kaybetmiştir; bu, erkeklerdeki yüzde 2.9’luk iş kaybı oranına kıyasla yüzde 3.6’lık bir düşüş demektir. 2021 yılına gelindiğinde, pandemi öncesine kıyasla kadınlar için hala 19,7 milyon daha az iş varken, erkekler için bu sayı 10,2 milyondur. 2022 yılında, aynı yaştaki her 100 erkeğe karşılık yirmi beş ila otuz dört yaş arası 124 kadın aşırı yoksulluk içinde yaşamaktadır. Kayıt dışı ekonomide çalışan kadınlar pandemiden daha da kötü etkilenmişlerdir. Aynı zamanda, birçok kadın sağlık alanındaki ve sosyal hizmetlerdeki temel işleri yapmaya devam etmek zorunda kalmış ve çoğu zaman kendi hayatlarını riske atmışlardır. Ayrıca, güvencesiz çalışanlar arasında kadınların çoğunlukta olması nedeniyle, sosyal koruma tedbirleri kapsamına girme olasılıkları da erkeklere göre daha düşük olmuştur.
Özellikle üreyip ürememe, ne zaman ve nasıl üreyeceğine karar verme özgürlüğü, bu kararı vermek için gerekli bilgi ve araçlara sahip olma ile doğum kontrolü, gebeliğin sonlandırılması ve doğum dahil olmak üzere üreme sağlığının tüm yönleri için güvenli ve saygılı tıbbi destek alma hakkını içeren cinsel sağlık ve üreme hakları içinde toplum cinsiyete bağlı dezavantajlar daha görünür haldedi. Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri kapsamında yapılan anne ölümlerinin 2030 yılına kadar 100.000 canlı doğumda 70’in altına düşürülmesi taahhüdüne rağmen, anne ölüm oranları hala kabul edilemez derecede yüksektir. 2017 yılında dünya genelinde her gün 810 kadın gebelik ve doğum komplikasyonları nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Sahra Altı Afrika ve Güney Asya, küresel anne ölümlerinin yaklaşık yüzde 86’sını oluşturmaktadır. 2017 yılında, dünyanın en az gelişmiş ülkelerindeki anne ölüm oranı, 100.000 canlı doğumda 415 anne ölümüne kadar yükselmiştir. Bu oran, Avrupa’daki orandan kırk kat, Avustralya ve Yeni Zelanda’dakinden ise neredeyse altmış kat daha yüksektir. Sahra Altı Afrika’da, 100.000 canlı doğumda 542 ölüm ile bu oran korkunç derecede yüksektir. Bu, Avustralya ve Yeni Zelanda’da 7.800’de 1 olan anne ölümü riskinin Sahra Altı Afrika’da 37’de 1’e kadar çıktığı anlamına gelmektedir. Oysa anne ölümlerinin büyük çoğunluğu, nispeten çok düşük bir maliyetle önlenebilir.
Ülkeler arasındaki farklılıkların yanı sıra, ülkelerin kendi içlerinde de yüksek kaliteli sağlık hizmetlerine erişimde en zengin ve en fakir kesimler arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu sadece gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren bir sorun da değildir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri gelişmiş ülkeler arasında en yüksek anne ölüm oranına sahip ülkedir ve bu oran giderek yükselmektedir. Daha da kötüsü, bu ölümler özellikle yoksul kadınlar ve siyah kadınlar arasında yoğunlaşmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde Hispanik olmayan siyah ve Kızılderili kadınların gebelik komplikasyonları nedeniyle ölme olasılığı, beyaz ve Hispanik kadınlara kıyasla çok daha yüksektir. Tüm ülkelerde anne ölümleri özellikle ergenlik çağındaki kız çocuklarını etkilemektedir. Gebelik komplikasyonları, gelişmekte olan ülkelerdeki ergen kızlar arasında en önde gelen ve aynı zamanda küresel olarak ergen kızlar arasında ikinci önde gelen ölüm nedenidir. Ergenlik çağındaki kızların güvenli olmayan kürtajlara maruz kalma olasılığı yetişkinlere kıyasla daha yüksektir: istatistikler, 15 ila 19 yaş arasındaki yaklaşık üç milyon kızın her yıl güvenli olmayan kürtaj yaptırmak zorunda kaldığını göstermektedir. Bu resme bakıldığında, 2030 yılına kadar modern aile planlamasına evrensel erişime ilişkin Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşılması imkansız görünmektedir.
Kadınların deneyimlediği toplumsal cinsiyete özgü dezavantajlar arasında bir diğer tür de hem fiziksel hem de psikolojik şiddet bağlamında ortaya çıkmaktadır. Bebek öldürme ve kız bebeklere yönelik seçici kürtaj, çocukluk çağında cinsel istismar, zorla fuhuş, sünnet, zorla evlendirme, evlilik içi istismar, iş yerinde cinsel taciz ve tecavüz gibi şiddet eylemleri ve şiddet tehditleri çoğu ülkede halen yaygındır. Kadına yönelik şiddet ile toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlik arasındaki bağ son zamanlarda daha fazla kabul görmekle birlikte, kadına yönelik şiddetin devam etmesi, bu konuda tam anlamıyla etkili yasal düzenlemelerin olmadığını ortaya sermektedir. Bu vakalar da pandemi döneminde yüksek bir artış göstermiştir. Toplumsal cinsiyet temelli şiddetin bir dizi hakla ilişkili olması, kişisel güvenlik hakkı gibi medeni ve siyasi haklar ile sağlık hakkı gibi sosyoekonomik haklar arasındaki ayrılmaz bağlantı olduğunu göstermektedir. Toplumsal cinsiyet eşitliği hakkı, bu hakların kullanılma biçimlerinin ataerkil sistemlerin toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti tetiklediği, sürdürdüğü ve meşrulaştırdığı gerçeğinin tam olarak anlaşılmasını ve bu durumun giderilmesini sağlayacak şekilde tüm haklara nüfuz etmelidir.
Toplumsal cinsiyetin kişinin hayatındaki önemli kararlar konusunda kontrol gücüne sahip olması üzerindeki etkisi özellikle önem taşır. Yoksulluk, “kaynak eksikliği kadar istismar, stres, yorgunluk ve sessiz bırakılma nedeniyle kaybedilen eylem yetisi ile de ilgilidir.” Bu yetideki eksiklik yoksul erkekler tarafından da hissedilse de, toplumsal cinsiyet hala bu yeti üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Sylvia Chant’ın da belirttiği gibi, hanehalkı gelir düzeyinin kimi zaman kadınların yoksulluğuyla hiçbir ilişkisi olmayabilir, çünkü kadınlar bu gelire erişemeyebilirler. Chant, özellikle kadınların yoksullukla başa çıkmakta artan sorumluluklarının, kadınlar için erkekleri daha fazla çaba göstermeye ikna etmeye yönelik tartışmalarda bir kaldıraç işlevi görmediğini savunmaktadır. Sonuç olarak, yoksullukla başa çıkma sorumluluğu bariz bir şekilde kadınların üzerine kalırken, kadınların haklarında ve kazanımlarında bu artan sorumluluğa karşılık gelen bir yükseliş yoktur. Aslına bakılırsa, kadınların yüklerindeki bu artış, onların kendi kazanımlarını müzakere etme yetilerini daha da kısıtlamış izlenimi vermektedir.
Kadınların barınma, eğitim ve sağlık gibi sosyoekonomik haklara erişim becerileri de yasal, kültürel, örfi ve geleneksel faktörler dahil olmak üzere toplumsal kurumların cinsiyetçi doğası tarafından şekillendirilmektedir. Barınma hakkına daha yakından bakıldığında da bu durum görülebilir. Kadınlar çeşitli şekillerde özellikle toplumsal cinsiyete dayalı dezavantajlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bunların bir bölümü, evliliğin sona ermesi, eşin ölümü ve miras gibi durumlarda mülk sahipliğine ilişkin ayrımcı yasa ve geleneklerden kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumun söz konusu olmadığı hallerde dahi, kadınlara yönelik kalıplaşmış yargılar ve damgalamalar, ev sahibi olmak veya kiralamak için finansmana erişimde eşitsizliğe yol açmaktadır. Güvenli su ve sıhhi koşullara erişim eksikliği, tüm insanları etkilemekle birlikte, adet gören kadınlar üzerinde özel etkilere sahiptir ve kadınları şiddet ve tacize maruz bırakmaktadır. Kadınlar ve kız çocukları, özellikle de evsiz kaldıklarında veya alternatif güvenli barınma imkânları olmadığında, aile içi şiddet ve cinsel istismara karşı daha savunmasız hale gelebilmektedir. Ayrıca, kadınların yaşayacakları konutlara ilişkin karar alma süreçlerinden dışlanması, kadınların ve kız çocuklarının ihtiyaçlarına yeterince cevap vermeyen konut koşullarına katkıda bulunmaktadır. Elli dokuz düşük ve orta gelirli ülkeden elde edilen verilere dayanan yakın tarihli bir araştırma, analiz edilen ülkelerin yüzde 80’inde kentsel gecekondulardaki nüfusun büyük bir çoğunlukla 15 ila 49 yaş arası kadınlardan oluştuğunu ortaya koymuştur. Gecekondu mahallelerindeki kadınlar için yaşam, şiddetli yoksulluk, sağlık hizmetlerine, eğitime ve insana yakışır işlere erişimde eşitsizlikler, kişisel güvenliklerine yönelik tehditler ve karar alma süreçlerinden dışlanma ile karakterize edilmektedir. Bu olgunun temelinde, kadınların eğitime erişimini, barınma haklarını ve varlık sahipliğini sınırlayan toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler yatmaktadır. Ücretsiz bakım ve ev işlerinden erkeklere kıyasla daha fazla sorumlu olmaları nedeniyle ücretli işlere erişimde yaşadıkları zorluklar, bu durumu daha da kötüleştirmektedir. Tüm bunlara bir de güvenli konut sahibi olamamaları eklenmektedir.
Bu durum sadece düşük ve orta gelirli ülkeler için geçerli değildir. Birleşik Krallık’ta Kadın Bütçe Grubu, ortalama olarak daha fazla bakım sorumluluğuna, daha düşük ücrete ve daha fazla eş şiddeti riskine sahip olmaları nedeniyle kadınların konutlarında özel ihtiyaçları olduğunu tespit etmiştir. Erkeklerden daha düşük gelire ve daha az sermayeye sahip oldukları için, kötü barınma koşullarında yaşamaya çok daha fazla mecbur kalmaktadırlar Kısmen cinsiyetler arası ücret farklılıklarından dolayı, İngiltere’de ortalama kiralar kadınların medyan ücretlerinin yüzde 43’üne, erkeklerin ise sadece yüzde 28’ine karşılık gelmektedir. Çocuklu ve evsiz ailelerin üçte ikisinin sorumluluğu bekar annelerdedir.
Yukarıda anlatılanlar, sosyoekonomik hakların kadınların dezavantajlı konumuna karşı çözüm üretebilmek için toplumsal cinsiyet farklılıklarını ele alması gerektiğini göstermektedir. Prensipte sosyoekonomik haklar ve eşitlik arasında güçlü bir ortaklık oluşturulabilir. Sosyoekonomik haklar temel ihtiyaçların karşılanması için asgari bir eşik sağlarken, eşitlik bu hakların asgari düzeyin ötesine taşınması olarak görülebilir. Ancak daha yakından incelendiğinde, daha komplike bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkmaktadır. Sosyoekonomik hakların basitçe kadınları içine alacak şekilde genişletilmesinin bazı faydaları vardır. Ancak yeterli değildir. Zira sosyal kurumların cinsiyetçi doğasını ortadan kaldırmak için kadınlara erkeklerle aynı şekilde davranmak yeterli değildir. Bunun yerine, toplumsal cinsiyete dayalı dezavantajı ve ataerkilliğin gücünü sürdürülebilir kılan damgalama ve klişeleştirme, sesini duyurma ve katılım eksikliği ile yapısal engellerin arasındaki karmaşık etkileşimi dikkate alan daha kapsamlı bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Eşitliğe yönelik daha kapsamlı bir yaklaşım ise hakların kendilerinin yeniden kavramsallaştırılmasını gerektirir. Bu da gelir dağılımı odaklı bir sosyal adalet paradigmasından uzaklaşmayı zorunlu kılar. Iris Young’ın ileri sürdüğü gibi, bu tür bir paradigma maddi malların veya sosyal statülerin dağılımına odaklanmakta, altta yatan kurumsal güç paylaşımını göz ardı etmektedir. Bu eleştiriden yola çıkarak, sosyoekonomik hakların yalnızca maddi mallara erişim veya iş imkanlarının bireyler arasında paylaştırılması olarak görülmemesi gerektiğini savunuyorum. Bunun yerine, bu dağılımların belirlendiği kurumsal bağlam ve bu dağılımı belirleyen güç ele alınmalıdırlar.
Özetle, toplumdaki derin kurumsal ve yapısal toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve sosyoekonomik dezavantajın toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ile ne ölçüde birleştiği göz önüne alındığında, sosyoekonomik hakları sadece kadınlara doğru genişletilmesi gereken içeriği sabit bir kategori olarak görmek uygun değildir. Bunun yerine, sosyoekonomik haklar geniş kapsamlı bir toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışı ile bütünleştirilmelidir. Bu, kadınların kendilerine özgü dezavantajları ile damgalama, klişeleştirme, önyargı ve şiddete cevap verebilen, söz hakkına sahip olmayı ve katılımı kolaylaştırabilen ve başta en dezavantajlı konumdaki kadınlar olmak üzere, farklılıkları dikkate alarak, yapısal değişimleri başarabilen kapsamlı bir eşitlik anlayışını gerektirir. Maddi eşitlik ise sosyoekonomik hakların, sabit bir mal/gelir dağılımı anlayışından uzaklaşarak, kadınlar için uygulanabilir seçenekler yelpazesini geliştirmeyi amaçlayan ve aynı zamanda bir topluluk içinde bakım ve karşılıklı bağımlılığa değer veren bir anlayışla yeniden formüle edilmesini gerektirir. Bu yaklaşım, eşitlik güvencelerinin ve sosyoekonomik hakların yorumlanmasında ve uluslararası ve bölgesel düzeyde sosyoekonomik haklar ve eşitlik anlayışının geliştirilmesinde de kullanılabilir. Böyle bir yaklaşım, uluslararası ve bölgesel düzeyde bazı yargısal ve yarı-yargısal organlar tarafından yapılan yorumlarda zaten görülmektedir. Bu yaklaşımın sürdürülmesi ve daha da geliştirilmesi ümit edilmektedir.
Bu makale Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile çevirilerek yayınlanmıştır.. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla teknolojikanneler.com ‘a aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.